9 Eylül 2013 Pazartesi

BOYNU BÜKÜK BİR İZMİR GEZİSİ


Bu yıl kendi adıma çok önemli bir karar verdim. Bir süre hayata kısa bir mola vermek, başka coğrafyalarda, kültürlerde yaşamak. Bir çok Avrupa şehrini gezmiştim zaten önceden. Gitmeden kendi şehrimi de doya doya gezeyim istedim önce bir. Nereden başlayacağımı şaşırdım, Cittaslow Seferihisar mı? Karaburun, Çeşme, Urla mı? Foça mı? Bergama mı? Ödemiş, Tire, Birgi mi? Selçuk, Kuşadası, Efes mi? Yapılacak ne çok şey vardı İzmir’de, en sona Özdere’yi saklamıştım dolunayda "Işıklı Clarios" u bir kez daha tatmaya.

Adım adım, sokak sokak kaybolarak, dönüp dolaşıp aynı yere çıkarak keşfetmek istedim İzmir’i, fazlası ile masalsı… Bu fikirle çıktım yola, tek tek, parça parça yakaladığımız tüm güzelliklerini bir araya toplamaya. 
İzmir'de yaşayan şanslı bir İzmirli gibi değil, bir gezgin gibi.
Varlığını bildiğim ama solumadığım nasıl bir havası varmış oysa…

İşte böyle başladı yolculuk. Soluk gri apartmanların arasında günlük telaşlarla ve her zamanki trafiğin içinden giderken birdenbire körfez belirdi önümde, Varyant'ın başında. Gözlerimi kapattım, yemyeşil tepeleri, göz alıcı kumsalları ile bir körfez, tarifsiz bir his olmalıydı, İskender'in İzmir’e ilk defa geldiğinde gördükleri.

İçinde yaşadığımız bu şehrin 3 ayrı yüzü var bence…
Binlerce yıllık tarihini arka sokaklara gizlediğimiz yorgun bir İzmir, büyük yangından sonra yeniden kurulmuş geniş meydanları, bulvarları, fuarı, kordonu ve pastaneleriyle Avrupa'daki şehirleri andıran modern, renkli bir İzmir ve maalesef iç göçten nasibini almış her büyükşehir gibi hoyratça hırpalanmış ve adeta bir gecekondu yığınına dönüşmüş İzmir.

Bense sadece ne bulacağımı merak ederek girdim İzmir'in arka sokaklarına, o an fark ettim, bu arka sokakları keşfetmeye ne bir gün yeterdi ne bir hafta. Koskoca bir tarih gizliydi, İzmir'in arka sokaklarında. Kemeraltı, Kestelli, Varyant, İkiçeşmelik, Ballıkuyu, Kadifekale, Cici park, Agora, namazgah, Tilkilik, Dönertaş, Basmane, Altınpark, Kapılar, Tepecik…Eski Türk ve Musevi mahalleleri ve “Eski İzmir” diye bildiğimiz, İzmir’in ilk yerleşim alanı.

Hep istememe rağmen ürkmüştüm, 80 kuşağı çocuklardık biz. Göçle birlikte şehir efsaneleri dolaşmaya başlamıştı çünkü kulaklarımızda. Polisin bile giremediği sokaklardı bizim için artık buralar. Mültecilerin kaldığı ucuz otellerin bulunduğu, geceleri uyuşturucu satıcılarının kol gezdiği, yasa dışı işler yapan insanların yaşadığı, night clup, müzikhol gibi isimlerle  fuhuşa hizmet eden  arka sokaklar diye anlatıldı bize. Ben önceleri ürküp korksam da tek başıma çıktım bu yolculuğa. Ancak itiraf etmeliyim ki;  gerçekten hiç güvenli değildi!

İzmir'in değişen üç yüzünü de buralarda görmek mümkün aslında. O kadar iç içe geçmiş yaşamlar ki, çoğu terk edilmiş tarihi konaklar, konaklardan bozma iç içe geçmiş küçücük gecekondu evler, ısrarla evlerini yaşamlarını terk etmek istemeyen mübadil İzmirliler. Hatta “Biz geldiğimizde buralar…” diyerek söze başlayıp, 30-40 yıldır burada yaşamakla övünen Mardinliler, Diyarbakırlılar.

Roma’yı gezmiş olanlar bilirler, bir yanda Antik Roma kültürünü, bir yanda Ortaçağı, bir yanda Rönesansı ve modern Roma’yı bir arada yaşayıp hissetmek mümkündür. Farklı kültürlerin kaynaştığı İzmir’e bahşedilmiş şansı düşündüm birden, nasıl yitirdiğimizi fark ederek…

İzmir Büyükşehir Belediyesi yavaş da ilerlese bir proje başlatmış, tam 26 milyon TL bütçeli; eski kent merkezinin yeniden ayağa kaldırılması ve kentin UNESCO Dünya Mirası listesine alınması. O İzmir’i görebilmeye ömrüm yeter mi bilmiyorum, gördüğüm o ki yapılacak çok iş var. İçi acıyor insanın binlerce yılda kurulan bir kültür, 50-60 yılda nasıl böyle harap edilir?



Proje tamamladığında umarım, sadece turistlerin ziyaret ettiği ve  yine herkesin  ıssızlığına terk ettiği bir yer olmaktan çıkar bu bölge , tıpkı eski günlerde olduğu gibi şık otelleri, restoranları, meyhaneleri ve 24 saat canlı ticari hayatı  ile şehrin tam kalbinde atmaya devam eder. 
       
Anafartalar Caddesinden başlıyorum yola. Bu cadde, İzmir’in yaşayan en eski ve en uzun caddesi. Bilinen, 2000 yıllık bir tarihi var. Konak Meydanı’nda Hükümet Konağı’ndan başlıyor, Basmane Altınpark’ta sona eriyor. Bu caddenin Mezarlıkbaşı’ndan Basmane’ye uzanan bölümünü hiç görmemiştim daha önce.  Cadde tarih boyunca İzmir ticaretinin kalbi olmuş,  küçük dükkanlarında eskiyi hissetmek hala mümkün , yer yer özelliğini yitirse de sağlı solu yıkılmaya yüz tutmuş eski İzmir evleri ile çevrili. İkiçeşmelik Caddesi’nin böldüğü yolun, Kemeraltı tarafında Yahudi tacirler , Basmane tarafında Türk esnaflar varmış. 



Mezarlıkbaşı’ndaki çok katlı otopark’ın hemen karşısında 20. yüzyılın başlarında dönemin İzmir Valisi Rahmi Bey tarafından yaptırılan Anafartalar Polis karakolu var, şimdiler de restore edilmiş Polis Anı Evi olarak kullanılıyor , buradan başladım yürümeye. Anafartalar Caddesi’ni 300-500 mt daha yürüyünce karşınızda bir anda bambaşka bir hayat beliriyor, Dönertaş Meydanı. Kocaman, büyük bir meydanın ortasında 17. yüzyılda yapılmış Hatuniye Camisi ve meydanı kaplayan yemyeşil bir park.Bir anda büyülenmemek mümkün değil, parkın bir tarafında Dönertaş sebili, bir diğer tarafında Tevfik Paşa Konağı. Bu meydanı tarihi kahveler sembolize ediyor diyebiliriz, Bir bardak çay içerek kısa bir mola vermek için en ideal nokta. Altınordu Spor Klübü Lokali’de bu parkta. Parkın her yanında lacivert-kırmızı Altınordu bayraklarını görmek mümkün.      
  
Hazır oturmuşken biraz bilgi almak istiyorum esnaftan. Şimdilerde “Paşa Konağı Oteli” adıyla işletilen, Tevfik Paşa Konağı’nın işleticisi anlatıyor, 1900’lerin başlarından beri otel olarak kullanılıyormuş, konak. Oteli gezdiriyor bana, bir dönem İzmir Belediye Başkanı Tevfik Paşa’nın aile konutuymuş, işgal yıllarında Yunanlı bir general konaklamış, sonrasında otele dönüşmüş, günlüğü 10 liraymış, genelde mülteciler kalırmış ve hala her şey orijinalmiş! “Bakın aşağıda oteller sokağı var, hepsi tarihi bu otellerin ama isterseniz yalnız gezmeyin buraları”  diye ekliyor.  Ben dinlemiyorum onu tabi ki…



Dönertaş sebilinin iki cephesinin kesiştiği noktada bulunan sütun dönüyor, sebil de adını buradan alıyor, gücünüz yeter de döndürebilirseniz dilekleriniz gerçek oluyormuş, ben denedim, maalesef başarılı olamadım. Belki bir daha ki sefere…

Hatuniye camisinin hemen önündeki daracık sokaktan tarihi kent agorasına ulaşmak mümkün. Tabii ki hiçbir tabela yok, yön duygumu kullanarak sokağı bulduğumu itiraf etmeliyim ve o dar sokağa adım atar atmaz karşıma çıkan manzara ile bir kez daha şaşkınlığa kapılıyorum , zaten şaşkınlıklarla dolu bir gezi bu benim için.

Bir arabanın ancak geçebildiği dar sokağı çevreleyen 2-3 katlı, cumbalı konaklar. Çoğu boş, kilitli, dikkate değer bir şeyse çoğunda bir derneğe ait tabelanın bulunması, kiraları çok ucuz olduğu için “adres olsun” diye kiralanıyormuş. Bu dar sokağa açılan onlarca çıkmaz sokak…



Çok kötü, tarifsiz bir "arka sokak" kokusu yükseliyor , burnunuzun hiç alışamadığı. Biraz yürüyünce Agora’nın duvarlarını görüyorsunuz, duvarın kenarındaki ağaç gölgelerine tabure atmış küçük çay ocaklarını.

Agora’nın hemen karşısında Namazgah Hamamı var, hala kullanılıyor ama tarihi dokusunu çatısı dışında epey kaybetmiş. Nihayet Agora’ya giriyorum, günlerden pazar, kapıda sadece bir tane güvenlik görevlisi ve bilet kesen görevli. Benden başka kimse yok yani o an Agora’da. “Korkmayın hanımefendi güvenlidir burası” diyor gülümseyerek güvenlik görevlisi. Sonradan fark ediyorum, uzaktan uzağa beni takip etmeyi ihmal etmediğini.

İtiraf etmeliyim, hatırlamadığım kısa bir ilkokul gezisinden beri ilk gelişim bu Agora’ya…Bu kadar ihtişamlı bu kadar etkileyici olduğunu tahmin etmiyordum açıkçası. Zemin seviyesinin altındaki bodrum katına iniyorum merdivenlerden, maalesef en çok görmek istediğim yerlerini göremiyorum, arkeopark düzenlemesi sebebi ile kapatılmış, umarım en kısa zamanda ziyarete açılır. ( Küçük bir kaçak giriş yaptığımı gizlemiyorum) Zemin mozaiklerini, kazılarda bulunan bir çok heykeli ve en çok merak ettiğim parmak arası terlik giymiş Romalı kızın zarif ayağını göremiyorum.
Ziyarete açık bölümdeki kemerli galeriler, kaynak suyu akmaya hala devam eden çeşme ve zemindeki su kanalları görülmeye değer. Antik suyun kaynağı hala tespit edilememiş. O an gülümsüyorum, kim bilir belki de şehrin kuruluşuna kehanet eden “Işıklı Clarios” un kutsal suyudur bu.


Yukarıda müze çıkışında soluklanıyorum , güvenlik görevlisi ile sohbet ediyoruz biraz. İzmir’e ilk geldiğinde “Agora’ya nasıl gidebilirim?” diye sormuş Konak Meydanı’ndaki insanlara, görev yerimi önceden bir gidip göreyim düşüncesi ile. Kendisini Balçova’daki Agora AVM’nin önünde bulmuş bir anda.
Güldüren bir o kadar da düşündüren bir hikaye, kentin tam ortasında dünyanın en büyük agoralarından birine sahip olup, aklımıza bile gelmemesi.
Antik stadyum ve tiyatro ise sonradan Balkanlardan gelen göçmenlerin iskan alanı olarak toprak altında kalmış ve kalıntıları yapı malzemesi olarak kullanılmış. Bugün ise gecekondu yerleşimi…

Agora’dan yukarıya Kadifekale’ye doğru yürüyorum, Emir Sultan Türbesi çıkıyor karşıma, kapısı kilitli ama içerideki görevli girmeme izin veriyor. Restorasyon çalışması devam ettiği için ziyarete kapalı. Neden bilmem bu restorasyon işi hiç hoşuma gitmedi. Sanki yılların hatasını düzeltmek ve biraz da ucuza kapatmak maksatlı, göz boyama ve  esas tarihi dokuya daha büyük zarar veren bir çalışma. Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nün ve Belediyenin yaptığı tüm restorasyonlarda bu dikkati çekiyor zaten. Çok geç olmadan ve bu eserleri ikinci bir katliama maruz bırakmadan yetkililere söylemek gerekiyor, bu restorasyon hiç içime sinmedi !

Türbe, Aydınoğlu Mehmet Bey’in İzmir’i alırken şehit düşen komutanlarından Emir Sultan’a ait. Bahçesinde dergah, misafirhane, hamam ve yüzyıllar içerisinde buraya defnedilmiş önemli kişilere ait mezarlar ve kitabeleri var. Birgi’deki İmam Birgivi türbesini anımsatıyor biraz.

Taze alçı sıva kokusu ile türbeden ayrılıyor rastgele sokaklara dalıyorum yine, yer yer artık yıkılmış ama zamanında çok ihtişamlı olduğu belli olan konakları gördükçe üzülüyorum. İnsan düşünmeden edemiyor. Kim, nasıl bırakır bu evleri (yaşamları) böyle kaderine? Öğreniyorum, birçoğu hala İzmir’in önemli ailelerine aitmiş. “Mirasyedi İzmirli” deyimi geliyor aklıma.
Ananemin bir otobüs penceresinden “Bak, bu ev bizimdi” diye gösterdiği evi de buldum, İkiçeşmelik camisinin oralarda, keşke hayalimdeki gibi kalsaydı diyerek…

Aşağıya doğru yürürken rastgele girdiğim sokaklar beni yine Dönertaş Sebiline çıkarıyor, Anafartalar Caddesine devam ediyorum, Basmane’ye doğru. İşte bence, yolculuğun en sürprizlerle dolu bölümü.

Üç haftasonu süren bu keşiften sonra kafama koyduğum, Selanik gezim geliyor aklıma. İki kent böylesine mi ikiz yaratılmış olabilir? Kordonu, kordona paralel geniş bulvarları, tarihi çarşıları, agorası ve kalesiyle. 
O yüzden Selanik'i gördükten sonra yaşamayı, yaşamın içinde olmayı bekleyen kahvehaneleri, rengarenk manav tezgahlarını, Tarihi Basmane Fırını'nı, Atatürk’ün de konakladığı muhteşem Cihan Palas Oteli’ni, Tarihi  Emniyet Kıraathanesi’ni, Hayyam Meyhanesi’ni ve hemen arkasındaki sokakta Şeyh Bedrettin Türbesi’ni, Altınpark’ı, Basmahane Karakolu’nu, Oteller Sokağı’nın büyüsünü, Ayavukla Kilisesi’ni, Kadifekale’yi, kaleden Diana Hamamları’na vardığı söylenen tünelleri, her sokakta sizi şaşkınlığa uğratan Türk, Rum, Levanten evlerini ve kaleye kadar uzanan tüm sokaklarda sizi bekleyen bir çok efsaneyi anlatamıyorum…

Nedendir bilinmez büyük yangından, tarifsiz sürgünden beridir İzmir, hep boynu bükük, hep buruk…Hep muhteşem, hayranlık uyandıran ama kimsesiz kalmış antik kentler gibi...     








                           

                       


4 yorum:

  1. Ağzına sağlık Zeynepcim şahane olmuş, ama devamı var gibi sanki.. olsa keşke :)

    YanıtlaSil
  2. mükemmel anlatım ve mükemmel fotoğraflar.
    pek beğendim.

    YanıtlaSil
  3. Yapılarıyla, sokaklarıyla, tarihiyle günümüz insanının hırslarına yenilmek üzere olan bir şehre ağıt olmuş bu yazı. Umarım bu çıglığı birileri görür, birileri bu yazıdaki İzmir'e duyulan sevgiye şahit olur.

    YanıtlaSil
  4. Yapılarıyla, sokaklarıyla, tarihiyle günümüz insanının hırslarına yenilmek üzere olan bir şehre ağıt olmuş bu yazı. Umarım bu çıglığı birileri görür, birileri bu yazıdaki İzmir'e duyulan sevgiye şahit olur.

    YanıtlaSil