Bu yıl kendi adıma çok önemli bir karar verdim. Bir süre
hayata kısa bir mola vermek, başka coğrafyalarda, kültürlerde yaşamak. Bir çok
Avrupa şehrini gezmiştim zaten önceden. Gitmeden kendi şehrimi de doya doya
gezeyim istedim önce bir. Nereden başlayacağımı şaşırdım, Cittaslow Seferihisar
mı? Karaburun, Çeşme, Urla mı? Foça mı? Bergama mı? Ödemiş, Tire, Birgi mi?
Selçuk, Kuşadası, Efes mi? Yapılacak ne çok şey vardı İzmir’de, en sona
Özdere’yi saklamıştım dolunayda "Işıklı Clarios" u bir kez daha
tatmaya.
Adım adım, sokak sokak kaybolarak, dönüp dolaşıp aynı yere
çıkarak keşfetmek istedim İzmir’i, fazlası ile masalsı… Bu fikirle çıktım yola,
tek tek, parça parça yakaladığımız tüm güzelliklerini bir araya
toplamaya.
İzmir'de yaşayan şanslı bir İzmirli gibi değil, bir gezgin
gibi.
Varlığını bildiğim ama solumadığım nasıl bir havası varmış
oysa…
İşte böyle başladı yolculuk. Soluk gri apartmanların
arasında günlük telaşlarla ve her zamanki trafiğin içinden giderken birdenbire
körfez belirdi önümde, Varyant'ın başında. Gözlerimi kapattım, yemyeşil
tepeleri, göz alıcı kumsalları ile bir körfez, tarifsiz bir his olmalıydı,
İskender'in İzmir’e ilk defa geldiğinde gördükleri.
İçinde yaşadığımız bu şehrin 3 ayrı yüzü var bence…
Binlerce yıllık tarihini arka sokaklara gizlediğimiz yorgun
bir İzmir, büyük yangından sonra yeniden kurulmuş geniş meydanları, bulvarları,
fuarı, kordonu ve pastaneleriyle Avrupa'daki şehirleri andıran modern, renkli
bir İzmir ve maalesef iç göçten nasibini almış her büyükşehir gibi hoyratça
hırpalanmış ve adeta bir gecekondu yığınına dönüşmüş İzmir.
Bense sadece ne bulacağımı merak ederek girdim İzmir'in
arka sokaklarına, o an fark ettim, bu arka sokakları keşfetmeye ne bir gün
yeterdi ne bir hafta. Koskoca bir tarih gizliydi, İzmir'in arka sokaklarında.
Kemeraltı, Kestelli, Varyant, İkiçeşmelik, Ballıkuyu, Kadifekale, Cici park,
Agora, namazgah, Tilkilik, Dönertaş, Basmane, Altınpark, Kapılar, Tepecik…Eski
Türk ve Musevi mahalleleri ve “Eski İzmir” diye bildiğimiz, İzmir’in ilk
yerleşim alanı.
Hep istememe rağmen ürkmüştüm, 80 kuşağı çocuklardık biz.
Göçle birlikte şehir efsaneleri dolaşmaya başlamıştı çünkü kulaklarımızda.
Polisin bile giremediği sokaklardı bizim için artık buralar. Mültecilerin
kaldığı ucuz otellerin bulunduğu, geceleri uyuşturucu satıcılarının kol
gezdiği, yasa dışı işler yapan insanların yaşadığı, night clup, müzikhol gibi
isimlerle fuhuşa hizmet eden arka sokaklar diye anlatıldı bize. Ben
önceleri ürküp korksam da tek başıma çıktım bu yolculuğa. Ancak itiraf etmeliyim
ki; gerçekten hiç güvenli değildi!
İzmir'in değişen üç yüzünü de buralarda görmek mümkün
aslında. O kadar iç içe geçmiş yaşamlar ki, çoğu terk edilmiş tarihi konaklar,
konaklardan bozma iç içe geçmiş küçücük gecekondu evler, ısrarla evlerini
yaşamlarını terk etmek istemeyen mübadil İzmirliler. Hatta “Biz geldiğimizde
buralar…” diyerek söze başlayıp, 30-40 yıldır burada yaşamakla övünen
Mardinliler, Diyarbakırlılar.
Roma’yı gezmiş olanlar bilirler, bir yanda Antik Roma
kültürünü, bir yanda Ortaçağı, bir yanda Rönesansı ve modern Roma’yı bir arada
yaşayıp hissetmek mümkündür. Farklı kültürlerin kaynaştığı İzmir’e bahşedilmiş
şansı düşündüm birden, nasıl yitirdiğimizi fark ederek…
İzmir Büyükşehir Belediyesi yavaş da ilerlese bir proje
başlatmış, tam 26 milyon TL bütçeli; eski kent merkezinin yeniden ayağa
kaldırılması ve kentin UNESCO Dünya Mirası listesine alınması. O İzmir’i
görebilmeye ömrüm yeter mi bilmiyorum, gördüğüm o ki yapılacak çok iş var. İçi
acıyor insanın binlerce yılda kurulan bir kültür, 50-60 yılda nasıl böyle harap
edilir?
Proje tamamladığında umarım, sadece turistlerin ziyaret
ettiği ve yine herkesin ıssızlığına terk ettiği bir yer olmaktan
çıkar bu bölge , tıpkı eski günlerde olduğu gibi şık otelleri, restoranları,
meyhaneleri ve 24 saat canlı ticari hayatı ile şehrin tam kalbinde atmaya
devam eder.
Anafartalar Caddesinden başlıyorum yola. Bu cadde, İzmir’in
yaşayan en eski ve en uzun caddesi. Bilinen, 2000 yıllık bir tarihi var. Konak
Meydanı’nda Hükümet Konağı’ndan başlıyor, Basmane Altınpark’ta sona eriyor. Bu
caddenin Mezarlıkbaşı’ndan Basmane’ye uzanan bölümünü hiç görmemiştim daha
önce. Cadde tarih boyunca İzmir ticaretinin kalbi olmuş, küçük
dükkanlarında eskiyi hissetmek hala mümkün , yer yer özelliğini yitirse de
sağlı solu yıkılmaya yüz tutmuş eski İzmir evleri ile çevrili. İkiçeşmelik
Caddesi’nin böldüğü yolun, Kemeraltı tarafında Yahudi tacirler , Basmane
tarafında Türk esnaflar varmış.
Mezarlıkbaşı’ndaki çok katlı otopark’ın hemen karşısında
20. yüzyılın başlarında dönemin İzmir Valisi Rahmi Bey tarafından yaptırılan
Anafartalar Polis karakolu var, şimdiler de restore edilmiş Polis Anı Evi
olarak kullanılıyor , buradan başladım yürümeye. Anafartalar Caddesi’ni 300-500
mt daha yürüyünce karşınızda bir anda bambaşka bir hayat beliriyor, Dönertaş
Meydanı. Kocaman, büyük bir meydanın ortasında 17. yüzyılda yapılmış Hatuniye
Camisi ve meydanı kaplayan yemyeşil bir park.Bir anda büyülenmemek mümkün
değil, parkın bir tarafında Dönertaş sebili, bir diğer tarafında Tevfik Paşa
Konağı. Bu meydanı tarihi kahveler sembolize ediyor diyebiliriz, Bir bardak çay
içerek kısa bir mola vermek için en ideal nokta. Altınordu Spor Klübü Lokali’de
bu parkta. Parkın her yanında lacivert-kırmızı Altınordu bayraklarını görmek
mümkün.
Hazır oturmuşken biraz bilgi almak istiyorum esnaftan. Şimdilerde
“Paşa Konağı Oteli” adıyla işletilen, Tevfik Paşa Konağı’nın işleticisi
anlatıyor, 1900’lerin başlarından beri otel olarak kullanılıyormuş, konak.
Oteli gezdiriyor bana, bir dönem İzmir Belediye Başkanı Tevfik Paşa’nın aile
konutuymuş, işgal yıllarında Yunanlı bir general konaklamış, sonrasında otele
dönüşmüş, günlüğü 10 liraymış, genelde mülteciler kalırmış ve hala her şey
orijinalmiş! “Bakın aşağıda oteller sokağı var, hepsi tarihi bu otellerin ama
isterseniz yalnız gezmeyin buraları” diye ekliyor. Ben dinlemiyorum
onu tabi ki…
Dönertaş sebilinin iki cephesinin kesiştiği noktada bulunan
sütun dönüyor, sebil de adını buradan alıyor, gücünüz yeter de
döndürebilirseniz dilekleriniz gerçek oluyormuş, ben denedim, maalesef başarılı
olamadım. Belki bir daha ki sefere…
Hatuniye camisinin hemen önündeki daracık sokaktan tarihi
kent agorasına ulaşmak mümkün. Tabii ki hiçbir tabela yok, yön duygumu
kullanarak sokağı bulduğumu itiraf etmeliyim ve o dar sokağa adım atar atmaz
karşıma çıkan manzara ile bir kez daha şaşkınlığa kapılıyorum , zaten
şaşkınlıklarla dolu bir gezi bu benim için.
Bir arabanın ancak geçebildiği dar sokağı çevreleyen 2-3
katlı, cumbalı konaklar. Çoğu boş, kilitli, dikkate değer bir şeyse çoğunda bir
derneğe ait tabelanın bulunması, kiraları çok ucuz olduğu için “adres olsun”
diye kiralanıyormuş. Bu dar sokağa açılan onlarca çıkmaz sokak…
Çok kötü, tarifsiz bir "arka sokak" kokusu yükseliyor , burnunuzun hiç alışamadığı. Biraz yürüyünce Agora’nın duvarlarını
görüyorsunuz, duvarın kenarındaki ağaç gölgelerine tabure atmış küçük çay
ocaklarını.
Agora’nın hemen karşısında Namazgah Hamamı var, hala
kullanılıyor ama tarihi dokusunu çatısı dışında epey kaybetmiş. Nihayet
Agora’ya giriyorum, günlerden pazar, kapıda sadece bir tane güvenlik görevlisi
ve bilet kesen görevli. Benden başka kimse yok yani o an Agora’da. “Korkmayın
hanımefendi güvenlidir burası” diyor gülümseyerek güvenlik görevlisi. Sonradan
fark ediyorum, uzaktan uzağa beni takip etmeyi ihmal etmediğini.
İtiraf etmeliyim, hatırlamadığım kısa bir ilkokul
gezisinden beri ilk gelişim bu Agora’ya…Bu kadar ihtişamlı bu kadar etkileyici
olduğunu tahmin etmiyordum açıkçası. Zemin seviyesinin altındaki bodrum katına
iniyorum merdivenlerden, maalesef en çok görmek istediğim yerlerini
göremiyorum, arkeopark düzenlemesi sebebi ile kapatılmış, umarım en kısa
zamanda ziyarete açılır. ( Küçük bir kaçak giriş yaptığımı gizlemiyorum) Zemin
mozaiklerini, kazılarda bulunan bir çok heykeli ve en çok merak ettiğim parmak
arası terlik giymiş Romalı kızın zarif ayağını göremiyorum.
Ziyarete açık bölümdeki kemerli galeriler, kaynak suyu
akmaya hala devam eden çeşme ve zemindeki su kanalları görülmeye değer. Antik
suyun kaynağı hala tespit edilememiş. O an gülümsüyorum, kim bilir belki de
şehrin kuruluşuna kehanet eden “Işıklı Clarios” un kutsal suyudur bu.
Yukarıda müze çıkışında soluklanıyorum , güvenlik görevlisi
ile sohbet ediyoruz biraz. İzmir’e ilk geldiğinde “Agora’ya nasıl gidebilirim?”
diye sormuş Konak Meydanı’ndaki insanlara, görev yerimi önceden bir gidip
göreyim düşüncesi ile. Kendisini Balçova’daki Agora AVM’nin önünde bulmuş bir
anda.
Güldüren bir o kadar da düşündüren bir hikaye, kentin tam
ortasında dünyanın en büyük agoralarından birine sahip olup, aklımıza bile
gelmemesi.
Antik stadyum ve tiyatro ise sonradan Balkanlardan gelen
göçmenlerin iskan alanı olarak toprak altında kalmış ve kalıntıları yapı
malzemesi olarak kullanılmış. Bugün ise gecekondu yerleşimi…
Agora’dan yukarıya Kadifekale’ye doğru yürüyorum, Emir
Sultan Türbesi çıkıyor karşıma, kapısı kilitli ama içerideki görevli girmeme
izin veriyor. Restorasyon çalışması devam ettiği için ziyarete kapalı. Neden
bilmem bu restorasyon işi hiç hoşuma gitmedi. Sanki yılların hatasını düzeltmek
ve biraz da ucuza kapatmak maksatlı, göz boyama ve esas tarihi dokuya
daha büyük zarar veren bir çalışma. Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nün ve Belediyenin
yaptığı tüm restorasyonlarda bu dikkati çekiyor zaten. Çok geç olmadan ve bu
eserleri ikinci bir katliama maruz bırakmadan yetkililere söylemek gerekiyor,
bu restorasyon hiç içime sinmedi !
Türbe, Aydınoğlu Mehmet Bey’in İzmir’i alırken şehit düşen
komutanlarından Emir Sultan’a ait. Bahçesinde dergah, misafirhane, hamam ve
yüzyıllar içerisinde buraya defnedilmiş önemli kişilere ait mezarlar ve
kitabeleri var. Birgi’deki İmam Birgivi türbesini anımsatıyor biraz.
Taze alçı sıva kokusu ile türbeden ayrılıyor rastgele
sokaklara dalıyorum yine, yer yer artık yıkılmış ama zamanında çok ihtişamlı
olduğu belli olan konakları gördükçe üzülüyorum. İnsan düşünmeden edemiyor.
Kim, nasıl bırakır bu evleri (yaşamları) böyle kaderine? Öğreniyorum, birçoğu
hala İzmir’in önemli ailelerine aitmiş. “Mirasyedi İzmirli” deyimi geliyor
aklıma.
Ananemin bir otobüs penceresinden “Bak, bu ev bizimdi” diye
gösterdiği evi de buldum, İkiçeşmelik camisinin oralarda, keşke hayalimdeki
gibi kalsaydı diyerek…
Aşağıya doğru yürürken rastgele girdiğim sokaklar beni yine
Dönertaş Sebiline çıkarıyor, Anafartalar Caddesine devam ediyorum, Basmane’ye
doğru. İşte bence, yolculuğun en sürprizlerle dolu bölümü.
Üç haftasonu süren bu keşiften sonra kafama koyduğum,
Selanik gezim geliyor aklıma. İki kent böylesine mi ikiz yaratılmış olabilir?
Kordonu, kordona paralel geniş bulvarları, tarihi çarşıları, agorası ve
kalesiyle.
O yüzden Selanik'i gördükten sonra yaşamayı, yaşamın içinde
olmayı bekleyen kahvehaneleri, rengarenk manav tezgahlarını, Tarihi Basmane
Fırını'nı, Atatürk’ün de konakladığı muhteşem Cihan Palas Oteli’ni, Tarihi
Emniyet Kıraathanesi’ni, Hayyam Meyhanesi’ni ve hemen arkasındaki sokakta
Şeyh Bedrettin Türbesi’ni, Altınpark’ı, Basmahane Karakolu’nu, Oteller
Sokağı’nın büyüsünü, Ayavukla Kilisesi’ni, Kadifekale’yi, kaleden Diana
Hamamları’na vardığı söylenen tünelleri, her sokakta sizi şaşkınlığa uğratan
Türk, Rum, Levanten evlerini ve kaleye kadar uzanan tüm sokaklarda sizi
bekleyen bir çok efsaneyi anlatamıyorum…
Nedendir bilinmez büyük yangından, tarifsiz sürgünden
beridir İzmir, hep boynu bükük, hep buruk…Hep muhteşem, hayranlık uyandıran ama
kimsesiz kalmış antik kentler gibi...